Baharlar Bahar mı?

Şiirler aşkı ve sevgiyi anlatırken ilkbaharla, ayrılığı anlatırken sonbaharla özdeşleşirdi. Baharları severiz de ne kadar güveniriz?

Hani “Mart bacadan baktırır kazma kürek sapı yaktırır” deriz ya. Bu bir güvensizlik ifadesi de değil midir?

Zaten günümüzde, baharlardaki değişiklikler çok açık. Çiçeklerin gülümsediği, leyleklerin görünmeye başladığı günlerdeki bahar keyfi sanki eskisi gibi değil.

Mart ayındayız. Geçen hafta badem, erik çiçekleri üzerindeki karı gördüğümde manolyanın şaşkınlığı da dikkatimi çekti.

Ama yine de Türkiye’de büyük değişimler, unutulmaz günler nedense hep bahar aylarına rastlıyor.

Ülkem için ilkbahar, Sonbahar fark etmiyor, bahar olsun da. Bakıyorum 1920’li yıllarda 23 Nisan, 29 Ekim tarihleri birçok ülke için anlam ifade etmeyen tarihlerdi.

Ama biz, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisini açıp, 29 Ekim 1923 tarihinde de yönetim biçimini Cumhuriyet olarak kabul edince, tek kişi sultanlar, hanedanlar ve faşist yönetimlerin çoğunlukla işbaşında olduğu bir dünyada dikkat çektik.

incelendiğinde, bu topraklarda binlerce yıldır bir arada yaşayan insanların yazıya dökülmemiş de olsa ozandan ozana, destandan destana ulaştırdığı birliktelik kültürünün olduğu ve bu birlikteliğin çağın ilerisinde bir hareketi yarattığı görüldü. Çağı aşan devrimlerin ve Ulusal Egemenliğin anlamı kavrandı. Atatürk’ün bu ortak kültürü nasıl tarayarak insanları ulusal egemenlik ortak paydasında nasıl bir araya getirdiği üzerine kafa yorulmaya başlandı. Bu birliktelik bozulmadan da Ülkemizle başa çıkmanın mümkün olmadığını anlayan ülkeler, çabalarını bu siyaset mühendisliği üzerinde yoğunlaştırdı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında başarılamayan toprak reformunun insan gelişmesi üzerindeki olumsuz etkileri, siyasiler tarafından uzun süre görmezden gelinince, kalkınmada geri kalmış bir ülke bölümü ve orada yaşayanlar kavramları ortaya çıktı.

Bu gelir dağılımındaki adaletsizlik ve ülkeyi yönetenlerin uzun süren pasifliği, özgürlük adına ve kişilerin kendilerini ülkenin diğer insanları gibi ifade edebilmeleri adına doğuda bir hareket başlattı. Bu hareket, dışarıdan destek gördü. Dış desteğin asıl amacının ülkem yurttaşlarının sıkıntılarını çözmek olmadığına inananlardanım. Amaç, 1940’larda başlayan, ülkelerin kaynaklarının o ülkelere değil, uluslararası sermayeye ait olması gerektiği şeklinde ifade edebileceğim yeni dünya düzeni anlayışının bir gereği idi.

Bu hareket, sayısız terör eylemi sonucu binlerce yurttaşımızın hayatına mal oldu. Şimdilerde görünüşte sorunun çözümünde bir sona geliniyor.

Çözüm yolundaki irade uyuşması da yine bahara rastladı.

Her ne kadar, sırf onlar idam edilsin diye idam cezasının geri getirileceği, görüşenin şerefsiz olacağı, dağdakilerle kucaklaşan milletvekillerinin vekilliklerinin düşürüleceği söylense de, iktidar, “o kimseler” ile görüşmüş ve bir mutabakata varmıştır. Ne var ki, “o kimseler”in adı “imralı” olmuştur.

Sorması ayıp, bu gelişmelere “imralı Baharı” diyebilir miyiz? Uluslararası sermayenin yıllar önce çizdiği yol haritasında sona geliniyor gibi. Petrol kaynaklarının Akdeniz’e akıtılması için çizilen yol tamamlanıyor. Ülkemiz de, her iki tarafta yitirilmiş binlerce can ve derin acı nedeniyle bu bahara evet mi hayır mı diyeceğini bilemiyor.

Uluslararası güçler, “Yetmez ama evet” diyor. insanlarımız haklı olarak tedirgin.

Neden mi?

Arap baharı dendi. “Tanrım demokrasi geliyor” diyen ülkeler şaşkın. Ülkelerinde huzursuzluğun arttığını gören insanlar bahar coşkusunu unuttu, şimdi sonbahar hüznünde. Ülkemize huzur gelecek ise “bizim” baharlarımız daim olsun. Yeter ki, ulu önder Atatürk’ün yol haritası iyi anlaşılsın ve hukuk, sadece bir taraf için değil, tüm ülke için yaşamda kalsın.

Işıkla ve Sevgiyle…

Posted in Bizden haberler.